Sevgiden vazgeçmeyin!

Film kritiği değil ama iştahlı bir izleyici olarak bu seneki Filmekimi turumu tamamlamak üzereyim. Şimdiye dek izlediğim filmler birbiri ardına ve altan alta öyle hoş bağlantılar kurdular ki, bağlara dolanmadan geçemeyeceğim.

i-daniel-blake-3Ben, Daniel Blake!” Ken Loach’un sosyal adaletsizlik, direniş ve dayanışma üzerine etkileyici filmi. Filmde kahramanların yalnızlığa itildiği yerde sevgisizlik ve karamsar bir mücadele, dayanışmanın olduğu yerlerde cesaretli bir sevgi, küçük bir çocuğun konuşmaya, kendini açmaya, yalnız bir kadının güvenmeye başladığı anlarda içtenliğini hissettiği ilgi ve şefkat var.

Yine bir başka film, Pedro Almodovar’ın “Julieta”sı. Hayatında iki kez farklı zamanlarda ancak bir anda çok sevdiği iki kişinin yok olup gitmesi ardından film boyunca onu ele geçirecek obsesif boşluk içine hücum eden onca yıkıcı farklı duyguyu yaşayan Julieta’nın filmi.

the_commune_photo_by_christian_geisnaes

Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in “Komün”ü, 1970’lerde bir evin içinde komün olarak yaşamaya niyet eden ve ilişkiler içindeki beklenmedik gelişmelerin aklı, duygusal ihtiyaçlarla karşı karşıya getiren filmi. Akıl sınırsız olasılıkların merakında giderken, sevgiyi bir nedenden dolayı artık göremediğinde ya da hissedemediğinde ve de sevgi için umudu kalmadığında kalbin acıdığı, hatta ‘durduğu’ bir film.

frantzHemen ardından aynı gün içinde izlediğim “Frantz” ise, aşkın ölüm acısının yerini alabilme gücü, karşılık bulmadığında ise ölüme teslim olabilmesinin güçlü bir hikayesi. Francois Ozon’un siyah beyaz filmi, umudun bittiği anda yine belli belirsiz bir ölüm fikrinin izleyeni kuşatması.

Son iki filmi de arkadaşım Bilge Selçuk ile görmüş, arasında, bitiminde sohbetlerle filmleri devam ettirmiştik. Benzer görüşlerde dolaşırken, Bilge bana “Balıklar Kadar Sevebilir miyiz?”* Birgün Pazar yazısını okuyup okumadığımı sordu. Bilge’nin pazar yazılarını kaçırmamaya gayret ederken, 17 Temmuz tarihli yazıyı okumamışım gerçekten. Bilge bu keyifli yazısında, insan olarak sevgiyle, şefkatle ve dokunmayla iyileştiğimizi, yüceldiğimizi, yoksunluğunda küçüldüğümüzü, parçalandığımızı yazıyordu. Balıkların bile kanatlarıyla birbirine dokunmasının yarattığı yaşamsal güce yer veriyor, bugün yaşadığımız pek çok problemin kökenine yönelik birbirimizden ne kadar uzaklaştığımıza vurgu yapıyordu. Okudum ve evet dedim. Evet, gerçekten bu yazı dünkü filmlerle çok alakalıydı.

paterson_producers_interview_no_film_school_3

Yazıyı okuduktan hemen sonra izlediğim Jim Jarmush’un filmi “Paterson” ise, bir şaire beden olmuştu. Bir bar sahnesinde, aşkına karşılık bulamayan bir karakter ‘aşk olmazsa yaşamanın anlamı ne?’ diye sorarken Paterson aşıktı, mutluydu, şairdi, yazıyordu. Şiir yazmak üzerine, şiiri yazan üzerine yapılmış hoş bir filmdi. Ve son saniyeler, Paterson’un babasından dinlediği bir şarkıdan aklında kalan bir dizeyle bitiyordu. “Balık olmak ister misin?

Bilge’yle çok sevdiğimiz Kadıköy’e vapurla gitmiştik. Vapur seyirde, biz içimize boğazın nefesini çekerken, metrelerce altımızda balıklar kanatlarını birbirine dokundurarak yüzüyorlardı. Yine o dakikalarda Melli O’Brien’dan posta kutuma kısa bir mesaj düştü. “Her zaman seçeneğiniz vardır, sevgiyi seçin.

Dünyada bunca acı ve yıkım varken, ruhumuzu ele geçirmeye kasıtlı çaresizlik ve umutsuzluğun bir dev gibi karşımızda dikilmesine rağmen, yaşadıklarımız, yazdıklarımız ve izlediklerimiz birbirini bu denli şiirsel bir biçimde işaret ediyor ve şöyle diyordu: tutunabileceğiniz bu an ve hayatlarınızda yaşadığınız, yaşatabildiğiniz sevgileriniz var. Seçimlerinizi sevgiden yana yapmaktan vazgeçmeyin!

***

*”Balıklar Kadar Sevebilir miyiz?” Bilge Selçuk

http://www.birgun.net/haber-detay/baliklar-kadar-sevebilir-miyiz-120279.html

Esaretin Bedeli / The Shawshank Redemption (1994) / Frank Darabont

shawshank-music

“O iki İtalyan kadının ne söylediğiyle ilgili bugüne kadar hiçbir fikrim olmadı. Gerçek şu ki bilmek de istemiyorum. Çünkü bazı şeyler, hiç konuşulmadan kalmalıdır. O kadar güzel bir şey hakkındadır ki kelimelerin ifade etmesi olanaksızdır, hatta bu senin kalbini acıtır.

Diyorum ki, o gün o iki ses, bu gri yerde , herhangi birimizin hayal edebileceğinden çok daha yükseğe ve uzağa uçtu. Sanki küçük bir kuş kafesimizin içine girmiş ve bizi saran bütün duvarların dökülmesini sağlamıştı. Ve Shawshank Hapishane’sinde bulunan her tutuklu kendini bir an için özgür hissettmişti.”

maxresdefault

  • Müziğin güzelliği budur. Bunu sizden alamazlar. Hiç müzik için böyle şeyler hissetmemiş miydiniz?
    – Ben genç bir adamken mızıka çalardım. Sanırım ilgimi kaybettim. İçerideyken fazla bir anlamı yok.
  • En fazla anlamı olduğu yer burasıdır. Unutmamak için ihtiyacın var.
  • Unutmak mı?
    -Dünyada taştan ibaret olmayan başka yerlerin de olduğunu. Birşeyler var… İçinde… Alamayacakları ve dokunamayacakları birşeyler. O sana aittir.
  • Sen neden bahsediyorsun?
  • Umut…

wkj1e

“Unutma Red, umut iyi bir şeydir. Belki de en iyi şeydir. Ve iyi olan bir şey asla ölmez. Bu mektubun sana ulaşmasını umuyorum. Ve umarım seni iyi bulur. Dostun, Andy.”

vlcsnap-2014-03-14-03h37m51s94 “Sanırım herşey gerçekten tek bir seçime indirgenebilir. Ya yaşamakla meşgul olacaksın, ya da ölmekle.

the_shawshank_redemption_beach“Korku insanı tutsak eder. Umut ise özgürleştirir.”